Yıllardır İsrâil-Filistin çatışmasına şâhidiz. 1980’den sonraki süreçte Lübnan İç Savaşı’nı, İran-Irak Savaşı’nı, Filistin intifâdalarını, Suriye-İsrâil çatışmalarını, Irak’ın Kûveyt’i işgâlini, Körfez Savaşları’nı, Yemen İç Savaşı’nı ve ayrışmasını, Arap Baharı’nı ve sonrasındaki süreçleri yaşadık. Tüm bunları yaşarken türlü türlü sloganlar attık, türlü türlü boykotçuklarla İsrâil’e ve küresel sermâyeye hâddini bildirdik.
Fakat bu sorunların neden var olduğuna dâir hiç fikrimiz ve bilgimiz olmadı.
Gerçekten, neden İsrâil-Filistin kavgası diye bir şey var? Üstü çöl ve tuz, altı boş olan bir avuç Filistin toprağı için bunca kıyâmet neden kopuyor? Gerçekten her şey dîn eksenli mi?
Bu soruların cevâbını bulmak için bundan yaklaşık 5000 yıl öncesine gitmek gerekiyor.
Az nüfusun az sayıdaki tarım alanlarına sıkıştığı Mezopotamya coğrafyası, insanoğlunun yerleşik hayatının başlangıç noktalarından biri. Tarım ve kent devriminin yaşandığı bu bölge, târihin ilk zamanlarından beridir kısıtlı kaynaklar üzerinde egemenlik kavgasına sahne oldu. Henüz yerin altındaki petrolün ve diğer kaynakların keşfedilmediği yıllarda dahi, verimli tarım arazileri ve su havzaları için insan toplulukları arasında çatışmalar yaşandı. Dicle ve Fırat nehirleri, Âsî Nehri, Ürdün’deki yeraltı suyu kaynakları bölgenin can damarları olarak öne çıktı.
İşte tam bu noktada çok önemli bir ara saptama yapmak gerekiyor: İnsanoğlu olarak en büyük hatâmız ve eksikliğimiz, antik çağların ve öncesindeki dönemlerin bilgisine bilimsellikten uzak, subjektif yargılardan ve dedikodu mâhiyetindeki efsânelerden oluşan dîn kitapları ile ulaşmaya çalışıyor olmamızdır. İkincil kaynak olarak kullanılması gereken dîn kitaplarının târih bilimi için birincil kaynak hâline getirilmiş olması büyük bir hatâdır. Bu hatânın en büyük nedeni ise, târih boyunca birçok kavim tarafından kurulmuş olan muhteşem arşivlerin ve kütüphânelerin diğer kavimler tarafından yok edilmiş olmasıdır. Bunların başında İskenderiye ve Bağdat kütüphâneleri geliyor.
Bu noktadan devâmla, söz konusu tarım arazileri ve su havzalarının kenarına köşesine kurulmuş olan şehirler ve yerleşimler doğal olarak “kutsallaştı”. Sosyal, ekonomik ve politik hayatın merkezi olan bu yerleşimlerin insanoğlu için efsâneleşmesi, efsâneler çağında kaçınılmazdı.
Fakat zenginlik ve refâh tarımla değil, ticâretle geldi. Ticâret, tarım ve kent devriminin en belirleyici sonucu olan artık/fazla ürünlerin etkin bir değiş-tokuş mekanizmasıydı. İlkin yerleşimlerin kendi içinde ve yakın çevresinde başlayan bu değiş-tokuş, kara yollarının ve hemen ardından deniz yollarının kurulması ile bir ânda küreselleşti. 5000 yıl öncesinin kutsal şehirleri Babil, Ur, Harran iken, bundan birkaç yüzyıl sonrasının kutsal şehirleri artık ticâretin merkezi hâline gelmiş olan Hayfa, Yerushalim (Kudüs), Sidon, Tyros, Latakia (Lazkiye), Antioch (Antakya), Tarsus gibi şehirler oldu.
Çünkü kutsal olan şey, her zaman mutluluk veren, rahat ettiren, zenginlik yaşatan şey olmuştur.
Ticâretin antik merkezlerinde hızla büyüyen sosyal yaşam ağı, berâberinde kozmopolitliği getirdi. Târihin en temel kurallarından biri olan “Altına hücum” ilkesi gereğince, bu kutsal şehirler târih boyunca her zaman istilâlara, büyük katliâmlara, iç kavgalara ve bunların doğal bir sonucu olarak ideolojik ve inançsal bölünmelere sahne oldu. Zenginliği kimin yöneteceği sorunsalı, bağrından çok tanrılı ve tek tanrılı dinleri çıkardı. İlkel çağların ideolojileri olan dinler ve o dinlerin mitolojik örüntüleri hep bu târihsel akış şemasının ürünüdür.
Bugün hâlâ bölge sorunlarının ve kavgalarının dîn eksenli gibi görünmesinin, târih boyunca yaşadıklarına dâir en ufak bir iz ve resmî kayıt olmayan binlerce mitolojik peygamber silüetinin mirâsı için savaşılıyor olduğunun zannedilmesinin, tüm olayların Süleyman Tapınağı ya da benzer mitolojik hikâyeye dayandırılmasının sebebi budur.
Günümüzde İsrâil-Filistin çatışmasının sürdürülmesinin temel sebepleri, bu çatışmanın halklara ideolojik olarak bir kan dâvâsı şeklinde dayatılması ve bu kan dâvâsının asıl sebebinin târihin çöplüğüne çoktan terk edilmiş olduğunun halklara anlatılmamasıdır. Antik çağların ekonomik ve politik argümanlarının ortadan kalktığı ve yaklaşık 100 yıldır yeni ekonomik ve politik argümanların egemen olduğu bir dünya sisteminde İsrâil-Filistin çatışmasının sürdürülmesinden kimin ne kazanç sağladığı sorgulanmalı, halklara bu gerçek anlatılmalıdır.
Tabii dîn ve ideoloji kakafonisinden bir şey duyabilirlerse…