İki tanımla başlayalım:
1- İnsanların varlıklarını belirleyen şey bilinçleri değildir; tersine, insanların toplumsal üretimdeki varlıklarıdır, ki bilinçlerini belirler. Bu, “alt yapıdır”.
2- Toplumdaki üretim ilişkileri nasıl ki ebedî olmayıp gelip geçiciyseler, onların soyut dile getirilişleri olan düşünceler ve kategoriler de târihsel ve gelip geçicidirler. Bu da, “üst yapıdır”.
Materyalizm, ideolojileri açıklarken bu ideolojilerin yansıttığı sosyal psikolojiye ya da belli bir sınıfın psikolojisine; bu psikolojiyi açıklamak için de, ekonomik gelişmenin getirdiği sosyal yapıya başvurur: Yani, Hegel’in yıkıntıları üzerine materyalizm bayrağını tekrâr dikmeyi başaran Feuerbach’ın öngördüğü üzere, varlık düşünceyi belirler. İşte bu ilkenin üzerine inşa’ edilmiş bir fikriyâtın özeti ise 1845 yılında kaleme alınmış şu cümlededir: “İnsanın mâhiyeti, sosyal ilişkilerinin tümüdür”. Karl Marx, materyalist târih doktrini çerçevesinde önerdiği alt yapı-üst yapı diyalektiğini bu temele dayandırmştır. “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” isimli eserinde şöyle demiştir: “Sosyal ilişkiler, Hegel’in ‘sivil toplum’ olarak adlandırdığı maddî hayat şartlarına kök salmıştır ve sivil toplumun anatomisini onun ekonomisinde aramak gerekir”. Bu bağlamda Marx, târih anlayışının çekirdeğine toplumun kendisini yeniden üretmesini ve bu üretim sürecindeki ilişkileri yerleştirmiştir. Böylece târihin “alt yapısı” hazırlanmıştır.
Evet; târihin yapıcıları kitlelerdir ve târih, bu kitlelerin menfa’at mücâdelelerinin toplamıdır. Menfa’atleri tâyin eden de “mülkiyet” olgusudur. Sâhip olmak dürtüsü, çoğu zaman yanlış bir şekilde içgüdüsel görülmesine karşın, insan benliğini sarıp sarmalamış bir sarmaşıktır. İşte bu dürtünün temâdisi ile birlikte, ortaya determinist bir çözümleme ile net olarak tespit edilebilen bir örüntü çıkmıştır. İdealist târih anlayışının ve târihî materyalizmin eşleniği sayılan ve fakat idealist târih anlayışının farklı bir tezâhürü olan ekonomik materyalizmin stabilite öngörülerinin aksine, târihî materyalizmin yaklaşımında devinim ve alt yapı-üst yapı diyalektiği mevcuttur. Hegel’in “zeitgeist” fetişi, Marx’ın bilimselliği ile birlikte basit bir put gibi kırılmıştır.
Fakat Marx’ın öngörmüş olduğu bu yaklaşımın bâzı soruları “havada” bıraktığı da bir gerçektir: Gerçekten bireysel farklılıkların târihsel olaylar üzerinde etkisi yok mudur? Toplumun kendisini yeniden üretiminde bireyin konumu nedir? Tesâdüfler ve olasılıkların târihsel olaylardaki etkisi nedir, nasıl yorumlanmalıdır? “Büyük adamlar” kimlerdir, nasıl ve hangi şartlarda ortaya çıkarlar? Onları “büyük” yapan nedir? “Büyük adamlar” târihsel olaylara ne derecede etki etmişlerdir?
Marx, “insan, âlet yapan hayvandır” demiştir. Bu, tek başına basit bir tespit değildir. Zirâ varlığın düşünceyi belirlediği ilkesi, âletin kendi fikrini ve kültürünü yarattığını bize gösterir. Âlet yapan insan, âletin fikrini ve kültürünü de peşisıra yaratmıştır. İşte bu bağlamda “üretim ve üretim ilişkileri” ile “üretimin peşisıra yaratılan fikir ve kültür”, bizlere alt yapı-üst yapı diyalektiğini açıklamaktadır. Bireysel ölçekte âlet yapan ve âlete dâir fikir ve kültür yaratan insan, toplumsal boyutta da benzer bir yapılanma inşa’ etmiştir. Yukarıda zikredilmiş soruların cevâpları da bu noktalarda aranmalıdır.
Târih boyunca insanoğlu, çeşitli tür ve biçimler altında topluluklar oluşturdu. Bireyin tek başına varlığını sürdürmesinin çoğu zaman imkânsız olduğu koşullar altında yaşayan insan, türdeşleri ile bir araya gelme ihtiyâcı hissetti. Afrika savanlarında çok hızlı hareket eden ceylanları, dipsiz Pasifik Okyanusu’nda yaşayan devâsâ balinaları, Hindistan ormanlarında yaşayan 5 tonluk filleri, Amazon ormanlarında kaçmak ve saklanmak konusunda doğal yeteneğe sâhip hayvanları avlamak için hep “takım çalışmasına” muhtâç oldu. Ve tabii ki, bu “üretim” eyleminin bir de “paylaşım” kültürü doğdu. Kızılderililer, ok kullandıkları zamanlarda, ekip çalışması ile avladıkları avlarının en kıymetli yerlerini okunu kalbe en yakın atan kişiye verirlerdi. Çünkü ok, dışarıdan işâretlenebilen bir nesneydi. Ancak daha sonra tüfek ile avlanmaya başladıklarında, işâretlenmesi mümkün olmayan mermilerden dolayı, artık her parçayı eşit bölüşür oldular. Üretim biçimi ve âlet, paylaşım kültürünü yaratmış ve değiştirmişti. Adâlet fikrinin salt eşitlikten kaynaklanmadığını da insanoğlu bir kez daha deneyimlemişti.
Bu, hep böyle oldu: Avrupa karasında târih boyunca kol gücüne dayalı, verimsiz, olasılıkların insâfına terk edilmiş bir tarımsal üretim sistemi, üretim araçlarının yeteneksizliğiyle kıvranıyordu. Toprakların işlenişinde kullanılan araçların ve yöntemlerin ilkelliği, tohumların azlığı ve kalitesizliği, iklimin rahat ve geniş üretim zamanlarına imkân vermemesi gibi nedenlerle tarımsal üretim hep zayıf ve destabil kaldı. Ancak târihin akışı içerisinde gerek özyaratılarından, gerekse dış çevrenin ilhâmlarından doğan yeni araçlar, yeni üretim şekillerini yarattı. Tarımsal üretimin ânî yükselişleri, berâberinde nüfus artışlarını ve yeni paylaşım sistemi ihtiyâçlarını getirdi. Basit feodal sistemlerle kör-topal idâre edilen küçük nüfuslu, kapalı, yerel sistemlerin yerini büyük nüfuslu, dışarıya açık, ulusal sistemler almaya başladı. Bu noktada yeni inançlar, yeni ideolojiler, yeni politik sistemler ve yeni gelenekler türedi.
Alt yapı-üst yapı diyalektiğine en uygun düşen örneklerden birisi de Roma’dır. Çağının cihân imparatorluğu olan bu büyük “makine”, tüm kuruluş ve yaşayışını tek bir öze dayandırmıştı: Köleci üretim düzeni. Başlangıçta mütevâzı bir şehir devletçiği iken, İtalya Yarımadası’nın dar ve zor işlenen tarım arâzileri ile büyük emek isteyen maden ocaklarının yetersiz nüfus ve yetersiz üretim yöntemleriyle harman olması sonucunda kaçınılmaz olarak, İtalya Yarımadası’ndan taşan bir ejderhaya dönüşen Roma’nın târihî öyküsünde alt yapının üst yapıyı yaratması ve üst yapının alt yapıyı değişime zorlaması döngüsünü görebiliriz. Arkaik toplumsal üretimin bir şehir devletçiğini besleyemediği “dönüm noktası” geçildikten sonradır ki, henüz kol gücünün yaşamsal öneme hâiz olduğu dönemlerin bir gereği olarak, yeni ve ucuz “kol gücü nüfusu” bulmak için arayış başlamıştır. Roma, hiçbir zaman coğrafyaları salt toprakları için fethetmemiştir; asıl amaç, her zaman ucuz ve hatta mümkünse ücretsiz emek gücü elde etmek olmuştur. Roma’nın henüz bir şehir devletçiği iken başlayan yetersiz toplumsal üretimi, insanın toplumsal varlığını çok keskin bir sınıflandırmaya sürüklemiş ve dünün eşit ve özgür yurttaşlarından kurulu şehir devletçiği, efendiler-köleler olarak ayrışmış bir kozmopolitanlığa evrilmiştir. Sınıfsal ayrışmanın belirmesi ve gittikçe keskinleşmesi, Roma’nın toplumsal üretim tarzının dramatik biçimde değişmesinden kaynaklanmıştır. Hızla artan nüfusu, hızla büyüyen orduyu ve hızla genişleyen bürokrasiyi beslemek için çeşitlenen üretim yöntemleri ve ilişkilerinin doğal bir sonucu olarak, kölelik düzeni sistematikleşmiştir. Kölelik düzeninin “normalleşmesi” ve sistemin kendisi hâline gelmesi ile birlikte “üst yapı” olarak yeni gelenekler, yeni inançlar, yeni politik görüşler ve yeni bir hukuk sistemi doğmuştur. Günümüz hukuk sistemlerinin temelini atan Roma, üretim ilişkilerindeki değişiklikler sırasında insanın varlığını yeniden tanımlarken, yepyeni felsefe kapılarını da açmıştır. Ve yine varlık, düşünceyi belirlemiştir.
Son tahlilde, Marx’ın keşfettiği bu gerçeklik ile ilgili olarak şunu söyleyebiliriz: Bin yıllar boyunca süregelmiş idea-madde kavgasının çözümsüz kısır döngüsünü kıran, praksise ulaşan Marx olmuştur. Diyalektiğin târihsel süreçlerdeki tezâhürlerinin ortaya konması ile birlikte “kaderciliğe” yelken açan Hegel târihçiliğinin sonu gelmiştir. İnsanoğlunun kendi târihinin edilgen bir unsuru olmadığını gösteren târihî materyalizm ile birlikte, insanoğluna kitlesel düzeyde ve “bilinçli olarak” geleceğine yön verme fikri verilmiştir. Bu açıdan değerlendirildiğinde bir üst yapı bileşeni olarak târihî materyalizm, alt yapıyı değişime zorlayan önemli faktörlerden birisi olmuş, vahşi kapitalizmin insan emeğinin sömürülmesi üzerine kurulu “II. Roma Sendromu”nun işçi sınıfı bilincinin oluşturulması ve toplumsal üretim ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi yoluyla atlatılması hususunda belirleyici rol oynamıştır.
Tüm bu tespitlerin devâmında şu soru akla gelmektedir: Üst yapıyı alt yapı şekillendiriyorsa, alt yapıyı ne şekillendiriyor? Marx’ın pek ilgilenmediği bu sorunun cevâbı, toplumun atomu bireyde gizlidir: İnsan, güdü-akıl ikilemini en sert yaşayan canlıdır. “Aklı ermeye” başladığı ilk günden beridir kendisini diğer tüm canlılardan ayıran temel bir fikre sâhiptir : Ölümün kaçınılmazlığı. Anlayamadığı, barışamadığı, kabûllenemediği, değiştiremediği bu kaçınılmaz gerçeklik karşısında insan, âcizdir. Sâdece kendi veyâ türdeşlerinin ölümü değil, tüm maddenin var oluş-yok oluş döngüsü karşısında âcizdir. Ne kadar büyük heykeller yaparsa yapsın, ne kadar güzel sözler söylerse söylesin, ne kadar çok çocuk yaparak ürerse üresin, kalıcı olamadığının farkında olan tek canlıdır. Bilişsel süreçlerini yöneten zekâsı sâyesinde fark ettiği ölüm ve onun kaçınılmazlığı fikri, kendisinden hiçbir zaman söküp atamayacağı içgüdüsel korkularını tetiklemektedir. Bundan dolayı üremeli, soyunu devâm ettirmeli ve kalıcı kılmalıdır. Aynı zamanda üretmeli, üretimi de kalıcı kılmalıdır. İnsanın salt yaşam kaygısı ile ihtiyâcı kadar üretmeyip, ihtiyâcından fazlasını üretmesinin ve paylaşmasının en temel nedeni budur. Çeşitlenen ihtiyaçların ve bu çeşitlenen ihtiyaçların getirdiği yeni üretim yöntemlerinin ve ilişkilerinin temeli de budur. Yok oluşla baş etmeye çalışma dürtüsü, insanoğlunun toplumsallaşmasını ve ardından toplumsal üretim biçimlerini düzenlemesini gerektirmiştir.
İşte bu noktada yeni bir soru karşımıza çıkmaktadır: Ölümle baş etme ve kalıcı olma dürtüsü, bir idea olarak, varlığın (toplumsal üretimin) türeticisi olmamış mıdır? Hayır, olmamıştır. Belirleyici faktör olarak ölümle baş etme dürtüsü, toplumsal üretimi tetiklemiş olarak gözükse de, aslında ölüm hâlinin bu dürtüyü yaratmış olmasından ötürü toplumsal üretim tetiklenmiştir. Yani bir başka deyişle; ölüm hâli alt yapı, ölümle baş etme dürtüsü üst yapıdır. Bu düşünce akışının özeti olarak da şunu söyleyebiliriz: “Alt yapı, üst yapıyı belirler” kuramı genel ilke olarak düşünüldüğünde, toplumsal üretim ilişkilerinin salt alt yapı olarak düşünülmesi eksik kalacaktır. Târihsel olayların analizinde insanoğlunun etken rolünü vurgulamış olan târihî materyalizm, bu rolü kitlesel ölçekte değerlendirmekle bireyi ıskalamış ve aslında kitlelerin yapısının ve toplumdaki üretim ilişkilerinin bireysel ölçekte belirlendiğini göz ardı etmiştir. Târihsel olayların denklemlerinde yer alan birçok değişkene karşın belirleyici bir sâbit çarpan olarak ölüm hâlinin ve ölümle baş etme dürtüsünün tartışma götürmez varlığı üzerine yeni yaklaşımların türetilmesi faydalı olacaktır.
Yayın organı: Gazetelink
Yayın târihi: 01.06.2020
Adres: https://www.gazetelink.com/alt-yapinin-ust-yapiyi-belirlemesi-uzerine-elestirel-bir-deneme-oguz-evren-kilic/