Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu ve İttihad ve Terakki Cemiyeti Pratiği

Türk milliyetçiliğinin milâdı bir Kazan Tatarı olan Yusuf AKÇURA’nın “Üç Tarz-ı Siyâset” isimli makâlesinin yayınlanması olarak gösterilse de, kökenleri îtibârı ile Türk milliyetçiliğinin doğuş zamanı çok daha öncelere, Nizâm-ı Cedid günlerine kadar gitmektedir. Zîrâ 1789 Fransız Devrimi’nin olduğu yıl “büyük bir tesâdüfle” tahta çıkmış olan ve yine Fransız Devrimi’nin mottosu “Novus Ordo Seclorum (Yeni Dünya Düzeni)” ile benzeşik “Nizâm-ı Cedid (Yeni Düzen)” isimli bir reformlar silsilesini başlatan III. Selim’in döneminde Osmanlı toprakları milliyetçilik ile tanıştı. Tanışma, beklendiği üzere, Balkan topraklarında oldu. Bu tanışmanın etkisiyle, Balkan topraklarında zâten var olan toplumsal huzursuzluklar ve kışkırtmalar hızla isyânlara, bağımsızlık taleplerine ve parçalanmaya doğru evrildi.

Bu milliyetçilik dalgasının tesiri altındaki coğrafyalardan bir diğeri de, geniş ve çok kültürlü nüfus yapısıyla Rusya İmparatorluğu idi. Rusya İmparatorluğu’nun büyük şehirlerinde Sanayi Devrimi’ne geçişin öncülleri belirirken, toplumun entelektüel evriminde de bir ayrışma gittikçe göze çarpıyordu: Tarım ağırlıklı ekonominin feodal hiyerarşisi ile sürtüşen burjuvazinin yarattığı Rus entelijansiyası ile çok kültürlü nüfusun en büyük ve en köklü kısmını oluşturan Turanî toplulukların kimlik arayışından doğan orta ve alt sınıf entelijansiyası. Bu ayrışmanın devâmı, 20. Yüzyıl’ın başında Yusuf AKÇURA’ya, İsmail GASPIRALI’ya, Hüseyinzâde Ali’ye, Ahmed AĞAOĞLU’na ve diğerlerine varacaktı.

Yukarıda çok kısa şekilde özetini geçtiğimiz târihçe içerisinde, Osmanlı topraklarında başka bir güç mücâdelesi yaşanmaktaydı: Yüzyıllardır Anadolu’nun ve İstanbul’un hem ekonomik hem de siyâsî elitini oluşturmuş Rum ve Ermeni nüfus, 15. Yüzyıl’dan beridir bir ölüm-kalım mücâdelesi vermekteydi. Roma İmparatorluğu zamanlarından beridir kendi aralarında kâh itişen kâh anlaşan Rum ve Ermeni nüfus, 15. Yüzyıl’ın sonlarında dışarıdan “getirilen” yabancı bir güç ile iktidâr savaşına girişti.

Bu yabancı güç, İspanya’nın birleşmesi ve imparatorluk hâline gelmesi sürecinde İber Yarımadası’nda insan avına hedef olan topluluklardan biri olan Sefarad Yahudileri idi. Târihin görmüş olduğu en fecî pogromlardan biri olan Endülüs katliâmlarının mağduru Emevî artığı müslümanlar gibi, Sefarad Yahudileri de bu katliâm kampanyasından kendilerine düşeni yaşadılar. Ve hâlen nedeni açıkça bilinemeyen bir “operasyonla”, Sultan II. Bayezid’in fermânı doğrultusunda hareket eden Osmanlı donanması tarafından İber Yarımadası’ndan Osmanlı topraklarına taşındılar. Ne ilginçtir ki, İslâm sancaktarlığını üstlendiğini her fırsatta dile getiren Osmanlı Devleti, İber Yarımadası’ndaki müslümanları kurtaracak herhangi bir adım atmadı.

İşte bu Sefarad Yahudileri, Osmanlı topraklarında önemli ticârî merkezlere yerleştirildiler: İzmir, Manisa, Bursa, Amasya, Erzurum, Diyarbakır, Selânik, Kosova, Mora, Girit (Osmanlı topraklarından geçiş yapıldı), Eflâk ve tabii ki İstanbul… Ticâret konusunda son derece tecrübeli, becerikli ve aynı zamanda inançları gereğince fâiz konusunda elleri serbest olan bu kesimin “tepeden inme” şekilde peydâ olması ile birlikte Rum ve Ermeni elitlerin tahtı târihte ilk kez çok güçlü biçimde sarsıldı. Osmanlı sarayından semt pazarlarına kadar uzanan “görünmez iktidâr”, bu yeni güç ile varoluş mücâdelesine girdi. Ortodoks ve Katolik parçalanmışlıklar, yüzyılların rehâveti, küresel diaspora yoksunluğu, inançtan kaynaklanan ekonomik engeller (fâiz engeli vb.) yüzünden bu yeni güç karşısında zayıf düşen Rum-Ermeni eliti, hızla iktidârını yitirmeye başladı.

Aslında yüzyıllardır Anadolu, Balkan ve Orta Doğu coğrafyasında yaşayan Yahudiler vardı fakat bunlar hem nüfus olarak çok sınırlı kalmışlar hem de ortodoks Yahudilik çerçevesinde kendi içlerine kapanmışlardı. Rum ve Ermeni elitin karşısına bir rakip olarak çıkamayan yerel Yahudi nüfus, hiçbir zaman Rum-Ermeni iktidârına alternatif olamamıştı.

Sonuç olarak; 15. Yüzyıl’da başlayan güç mücâdelesi, yüzyıllar boyunca sürecekti. Bu mücâdelenin bir tarafı olan “yeni güç”, hızla Osmanlı bürokrasisinde yükselecek, Osmanlı ordusunu avucuna alacak, Osmanlı ülkesinde hem yer altında hem yer üstünde yayılacaktı. Târih 1789’u gösterdiğinde ise, artık hem Avrupa’da hem de Osmanlı topraklarında yaşayan en güçlü “görünmez elit”, bu “yeni güç” olacaktı.

Fakat mücâdele yine de bitmemişti: Rum ve Ermeni elitin yüzyıllara dayanan kemikleşmiş varlığı karşısında herhangi alternatif bir kimlik yoktu. 18. Yüzyıl’da Osmanlı topraklarında yaşayan nüfus içerisinde en belirgin ekonomik kimlik hâlen Rum ve Ermeni kimlikleri idi. Zirâ gerek inanç örgütlenmesi, gerekse toplumsal örgütlenme îtibârı ile Rum ve Ermeni topluluklar birlik hâlinde idi. Bu birlik dağıtılmadığı ve karşısına benzer güçte bir birlik çıkarılmadığı sürece “yeni güç” tarafından sağlanan üstünlük kalıcı olmayacak, Osmanlı Devleti’nin labirentlerinde sürüp giden mücâdele kaybedilebilecekti. Gerek inançları gerekse yüzyıllara yayılmış olan karşıt düşüncelerden ötürü Yahudiler’in böyle bir alternatif kimlik geliştirme imkânı yoktu. Zirâ Yahudiler, diaspora içinde de çeşitli ayrışmalar yaşamakta ve birçok bölgede diğer gruplar tarafından etnik baskılara mâruz kalmaktaydı.

Hâl böyle iken, Fransız Devrimi’nin milliyetçilik dalgası bu soruna çâre oluverdi: Osmanlı topraklarında hızla yayılan mikro-milliyetçilik “modasından” yeni bir milliyetçilik îcâd edilecekti. Bu îcâd, aslında Anadolu topraklarında ve İstanbul’un kenarında köşesinde kalmış orta ve alt sınıfların oluşturduğu gücün uyandırılmasını sağlayacaktı. Bu uyuyan güç, kendisini uyandıranın peşine düşmekte bir ân bile tereddüt etmeyecekti. Gerçekten, 12. Yüzyıl’dan beri silâhla hâkim olduğu topraklara ekonomiyle hâkim olamamış bu gücün şehir sokaklarında, semt pazarlarında, devlet koridorlarında Rum-Ermeni elit tarafından ezilmiş olduğu açıktı. Bayraklarda ve yeminlerde ismi okunup toplumsal yaşayışta silik bir gölge gibi cismi sezilen bu gürûh, yüzyıllardır derin bir uykudaydı. İşte bu potansiyeli uyandırma vakti gelmişti.

Bir yandan Yahudi kimliğinin yarattığı ajitasyonun önüne geçerek yeni ve kabûl edilebilir bir kisve altında yaşayışı devâm ettirmek, diğer yandan Osmanlı ülkesinde uyuyan devi uyandırıp boyunduruk altına almak gâyesi ile Türk milliyetçiliği fısıltı ile yayılır oldu. Bu milliyetçilik fikri ilk başta etnik kökene dayalı bir milliyetçilikten çok, kapsayıcı bir Osmanlı milliyetçiliği şeklinde târif edildi. Sonradan Jön Türkler adını alacak hareketin yaratıcılarının ve finansörlerinin, Kavalalı gibi “dönme” âileler olması bu yüzden tesâdüf değildir.

Osmanlı kapsayıcılığının verimsiz ve konjonktürel olarak karşılıksız olması nedeniyle derhâl ikinci alternatif peydâ oldu: Türk milliyetçiliği. İlginçtir, Türk milliyetçiliğinin kodlanmaya ve telâffuz edilmeye başladığı zamanlar ile siyonizmin politik olarak kodlanmaya ve telâffuz edilmeye başlandığı zamanlar örtüşmektedir. Zirâ küresel Yahudi diasporasında artık ayyuka çıkan ideolojik ve ekonomik yarılma, kendi içinde kutuplarını doğurmuştu. Avrupa Yahudilerinin üst ve orta sınıfları Amerika ve Asya kıtasına kadar yayılmış devâsâ küresel Yahudi sermâyesinden kendilerine düşen payı yetersiz bulmuş olacaklardı ki, Yahudilerin haklarını küresel anlamda koruyup kollayacak ve onlar adına adâleti yeryüzünde tesis edecek bir “devlet” yapılanmasına ihtiyâç duyuyorlardı. Bu kesim tarafından Yahudi kutsal metinlerinde va’d edilmiş olduğu ileri sürülen arkaik toprakların artık elde edilmesi ve burada Ben-i İsrâil tarafından bir ülke, bir Dâvud Krallığı kurulması konusunda fikirler ortaya atılmaktaydı. Osmanlı ülkesi gibi imparatorluk coğrafyalarında yaşayan ve yaşadıkları ülkelere zâten “hâkim” olan Yahudi elit ise bu istekleri yerelleşme ve sınırlandırma olarak görüyor, Yahudiler arasında var olan statükonun devâmını savunuyordu.

Hayli sert tartışmalarla geçen siyonist toplantıları ve konferanslarından sonra Yahudi milliyetçiliği, İsrâil’in kuruluşu hedefiyle çalışmalarına başladı. Osmanlı ülkesindeki Yahudi elit ise, Osmanlı ülkesindeki iktidârını korumak adına siyonist harekete alternatif olarak önce Osmanlıcılık ve sonra Türk milliyetçiliği fikirlerini öne sürdü. Bunun en açık örneklerinden biri Moiz Kohen’dir. Moiz Kohen, Türk milliyetçiliğinin kodlayıcılarından ve en ateşli savunucularından olarak görünmüştür. Bir hahamın oğlu olarak doğup, bir Yahudi olarak yaşayıp, sonradan bir Türk milliyetçisine ve hatta ırkçısına dönüşen Moiz Kohen öldüğünde ismi Munis TEKİNALP idi. Kendi yazdığı günlüklerinden dönemin sosyo-psikolojisini ve Yahudi cemaati içindeki çekişmeleri tüm netliği ile görebiliyoruz.

Bir yandan Rum-Ermeni elit ve diğer yandan yeni türemiş siyonizm ile mücâdele eden Sefarad orijinli elit, Osmanlı’da halîm selîm bir fikir cemiyeti olarak kurulmuş İttihad ve Terakki Cemiyeti’ni ele aldı, Osmanlı askerî gücüyle donattı ve Osmanlı iktidârına kesin bir biçimde el koydu. Bu el koyuş, ardından Osmanlı ülkesinde siyonist avı ile Rum-Ermeni elite karşı ilk elden etkin mücâdeleyi getirdi. 1. Dünya Savaşı’ndan önce başlayan irili ufaklı ayıklamalar, Büyük Savaş’ın başında Ermeni Tehciri’ne kadar vardı. Bu “proje” devâmında Cumhuriyet’in ilânı ile perçinlenecek, nüfus mübâdelesi ile Anadolu Rum’u tehcir ettirilecek, Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül olayları ile İstanbul’daki “kırıntıların” hesâbı görülecektir. Ve tüm bunlar, Türk milliyetçiliği ismi altında gerçekleştirilecektir.


Yayın organı: Gazetelink
Yayın târihi: 19.05.2020
Adres: https://www.gazetelink.com/turk-milliyetciliginin-dogusu-ve-ittihat-ve-terakki-cemiyeti-pratigi-oguz-evren-kilic/

Site Footer

Sliding Sidebar

    2019 © Oğuz Evren KILIÇ.   Bu internet sitesindeki tüm yazılar ve diğer içerikler izinsiz kopyalanamaz ve kullanılamaz. Tüm içeriğin hakkı mahfuzdur.